6 Eylül 2014 Cumartesi

'HİKÂYE ANLATAN ADAM' yahut Yeni Başlayanlar İçin Ahmet Mithat





     Yirmi beş senedir Ahmet Mithat üzerine çalışıp makaleler yayınlayan Prof. Dr. Nüket Esen’in, bu konuya dair bir çalışması daha yayımlandı: “Hikâye Anlatan Adam: Ahmet Mithat” (İletişim Yayınları, 2014). Bir çalışması daha yayımlanlandı, demem boşa değil; Hoca’nın, Ahmet Mithat’la ilgili üç kitabı daha var: “Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar” (2003), “Merhaba Ey Muharrir!” [Erol Köroğlu’yla birlikte] (2006), “Beliyat-ı Mudhike ve Karı Koca Masalı ve Ahmet Mithat Kaynakçası” (2011). Ayrıca, “Modern Türk Edebiyatı Üzerine Okumalar” (2006) kitabının ilk bölümü olan “Modern Türk Edebiyatının Doğuşunda Ahmet Mithat”ta, yazarla alâkalı sekiz makalesi bulunmakta… “Hikâye Anlatan Adam: Ahmet Mithat”, eğer bunu edebiyatın içerisinde mikro bir alan diye tanımlarsak –ki, neden tanımlamayalım?-, bu alan üzerinde bunca çalışmış olan bir akademisyenin ürünü olması açısından önem arz ediyor.
           
     Nüket Esen, “Önsöz”de bunun akademik bir çalışma olmadığını söylüyor (s.10). Hoş, Hoca’nın akademik yazılarının da öyle dili yok ama, bu da kitabın rahat okunmasını ve anlaşılmasını mümkün kılıyor. ‘Yeni Başlayanlar İçin Ahmet Mithat’ olarak da okunabilecek bu çalışmanın yapısı şunlardan mürekkep: Açıklayıcı bir “Önsöz”; Cumhuriyet’in, akademisyenlerin ve Tapınar’ın Ahmet Mithat’a bakışının anlatıldığı “Giriş”; ele alınan yazarı tanıtan ve bir kronolojiyle desteklenen “Ahmet Mithat Kimdir?”; mezkûr müellifin kurmaca ve kurmaca dışı yazdıklarından seçme yoluyla bahsedilen ve yapının gövdesini teşkil eden “Ahmet Mithat ve Yazdıkları”yla sürat kazanan kitap, nitelikli edebiyatın olmazsa olmaz şartı olarak gördüğüm ‘ne değil, nasıl anlattığı önemlidir’ gerçeğinin işlendiği bölüme geçiyor: “Ahmet Mithat’ta Anlatım”. Ahmet Mithat’ın, okurlarını eğlendirmek amacıyla yazdığı fragmanların, romanlarından seçilerek verildiği “Eğlencelikler” ve daha önce birkaç kere –her seferinde yenilenerek- yayımlanan “Ahmet Mithat Kaynakçası”yla kapanıyor kitap.
           
YANLIŞ ZAMANDA GELMEK
         
       
“Cumhuriyet ideolojisi, 19. yüzyıl yazarları arasından kendisine ‘edebî baba’ olarak, siyaseten Ahmet Mithat’ın karşısında olan Namık Kemal’i seçmiştir. Namık Kemal ‘vatan’, ‘hürriyet’ gibi kavramları tartışırken, Ahmet Mithat’ın sürekli olarak Osmanlılığı ve İslamiyeti savunmuş olması, Cumhuriyet döneminde yazılan edebiyat tarihlerinde Ahmet Mithat’ın kendine nasıl bir yer bulacağını belirlemiştir.” (s.17) Çünkü “… Türk edebiyatında bir yazarın özel hayatı, ahlakî değerleri ve politik görüşleri beğenilmezse, onun edebî eserlerinin de değersiz olduğu veya en azından bu eserlere fazla ilgi gösterilmemesi gerektiği görüşü vardır.” (s.18) “ ‘Zaten yazdıkları da beş para etmez!’ demek, bir yazarın hayat seçimlerine tepki göstermenin en yaygın yoludur.” (s.24) “Ahmet Mithat gençlik yıllarında Namık Kemal’le ters tarafta olmuş, Cumhuriyet ideolojisi Namık Kemal’i kendine ideal seçmiştir. Servet-i Fünun’a karşı çıkmış, (ama –oü.) Türk edebiyatı tarihi, Servet-i Fünun’u büyük edebiyat ilan etmiştir. Kısacası, sadece siyasî olarak değil, edebî olarak da Ahmet Mithat hep kaybeden tarafta olmuştur.” (s.35)

İLKLERİN YAZARI
  
      Şüphesiz, “Tanzimat Edebiyatı” döneminin en popüler şahsı olan Ahmet Mithat, ilklerin ve yeniliklerin yazarıdır: “Hasan Mellah” (1874; ilk macera romanı); “Menfa” (1876; Osmanlı’daki ilk yaşamöyküsü); “Esrâr-ı Cinâyât” (1884; ilk polisiye roman); “Fennî Bir Roman yahut Amerika Doktorları” (1888; Türkçede ilk bilimkurgu romanı); “Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar” (1890; roman türünün tarihçesine dâir); “Ahmet Metin ve Şirzad yahut Roman İçinde Roman” (1892; İslâm öncesi Türklükten söz ederek bir tür ‘Türk ırkı milliyetçiliği’ni ilk kez dile getiren roman)… gibi.
    
     [Bu noktada, yakın zamanda yaptığım  arşiv çalışmasında tesadüf ettiğim bir yazıdaki itirazı yahut yaklaşımı paylaşmak istiyorum. Pertev Naili Boratav, Yurt ve Dünya dergisinin Şubat 1941 tarihli ikinci sayısındaki “Destan, Roman ve Cemiyet” makalesinde, ‘ilk’ olma meselesine dair şunları söylüyor: “Edebiyat tarihçilerimizin hemen hepsi, Türkçede romanın başlangıcı olarak Tanzimat devrini, ilk romancılar olarak Ahmet Mithat ve Namık Kemal’i gösterirler. Avrupa taklidi roman mevzubahis ise bu hüküm doğrudur. Fakat eğer roman, bir içtimaî seviyenin doğurduğu edebî nevi ise; Hüseyin Fellâh, Hasan Mellâh veya Cezmi’yi okumadan evvel halk onların yerini tutan bir şeyler okuyor veya dinliyordu; şapka giymeden evvel fes, ondan evvel de kavuk giydiği gibi.” (s.26-7)]
 
          Yalnızca edebiyat değil; seyahat, coğrafya, iktisat, çocuk yetiştirme gibi çeşitli konularda da kitap yazar Ahmet Mithat. “Kırk beygir gücünde yazı makinesi” sıfatını boşuna almamıştır “efendi babamız”!

         Nükhet Esen’in bu faydalı çalışması, Ahmet Mithat’ı merak edenler için iyi bir başlangıç; onu bilip sevenler içinse iyi bir muhabbet kitabı olacaktır… Yazımı, Salâh Birsel, Abdülhak Şinasi Hisar ve Selim İleri’nin, Ahmet Mithat’a dair yazdıklarından yaptığım üç seçmeyle bitiriyorum:

AHMET MİTHAT’IN OKUMA TUTKUSU

        Ahmet Mithat Efendi’nin okuma tutkusunu, “İlginç Bir Salyangoz” denemesinde, o renkli ve ışıldaklı üslûbuyla anlatır Salâh Birsel:
    
     “Yüz bin aferin Ahmet Mithat Efendi’ye ki, o da Beykoz’dan vapura biner binmez, çevrenin topuna tüfeğine batmayıp bakışını elindeki kitaba gömer. Sayfaların birbiri ardınca çevrildiğini sırtındaki mintanı bile duymaz. Hazret, yakalık takmadığı için, ceketinin yakası kirlenmesin diye ensesi ile ceketi arasına ikiye katlanmış büyük beyaz bir mendil yerleştirir. Mendilin bir ucu üçgen biçiminde dışarı çıktığından, her gün aynı vapurla Çubuklu’dan Köprü’ye inen İstanbul Müzeleri Genel Müdürü Halil Ethem Bey onun bu hâlini gördükçe, yazarımızı ortaoyununa çıkmış kavukluya benzetir. Karşıdan ona:

 - Efendi, orta oyununa mı çıktın?

 diye ışıldarsa da, Kırk Ambar yazarı oralı olmaz. Ya da ‘Evet, evet.’ yanıtıyla soruyu savuşturarak, kendini yine kitabına postalar.”

 (Salâh Birsel, “Paf ve Puf” Ada Yayınları, 1981, s.119)

AHMET MİTHAT’IN YAZMA AMACI
           
     “Ahmet Midhat Efendi bir kanaat edinmişti. Ve bunda haksız değildi. Vatanın kurtarılması için maarifin tamimi lazımdır. Yüksek edebiyat yapmanın sırası değil, lakin bu millete okumak hevesi aşılamanın zamanıdır. Maarifin her şubesini teşvik etmelidir. İşte bundan dolayıdır ki o, her vadide yazar çizerdi. Binaenaleyh okuyup yazmanın gayet az müteammim olduğu o zamanlarda, o kendisine bilhassa halkın hocası nazarıyla bakıyordu.”

 [Abdülhak Şinasi Hisar, “Geçmiş Zaman Edipleri”, YKY, 2013, s.89. –Hazırlayan: Necmettin Turinay]

CUMHURİYET DEVRİNDE GÖZARDI EDİLEN MUHARRİR          
           
     “Daha 1980’de Türk aydınlarının Ahmet Mithat Efendi’yi ‘tedavül’den kaldırdıkları belgesel bir gerçekliktir. Kalem gazetesinde bir karikatür çıkar: Ahmet Mithat Efendi, bir tezgâhın arkasında durmakta; havanda bir şeyler dövmektedir. Gerisindeki rafta beş altı şişe durur. Her birinin üstünde, yazarımızın bellibaşlı kitaplarının adı yazılıdır. Tezgâha eğilmiş müşteriyle Ahmet Mithat Efendi arasında şu konuşma geçmektedir:
-         Yarım okka meşrutiyet makalesi lütfeder misiniz?
-         Eski okka mı, yeni mi?
-         Yeni… Fakat rica ederim taze olsun.

Edebiyatımıza yığınla roman, birkaç büyük öykü kitabı armağan etmiş bir yazarın; daha doğrusu okuma alışkanlığını ilk kez sağlayan, kendini okutmayı beceren bu ‘romancımızın’ böylesine sert biçimde eleştirilmesi, neredeyse yadsınması, hem şaşırtıcı hem de mesele derinliğine irdelendiğinde olağandır.”

[Selim İleri, “Ahmet Mithat Efendi”/ “Düşünce Ve Duyarlık”,  Adam Yayıncılık, 1982, s.75]



4 Eylül 2014 Perşembe

DENEME ARASI ROMAN: KİTAP EVİ





     Kitapseverlerin, sevdikleri nesne üzerine olan kitapları da ilgiyle okuyacaklarını düşünmüşümdür hep. Örneğin, Alberto Manguel’in eserleri… Dilimize (Sevin Okyay tarafından) en son çevrilen “Okmalar Okuması” kitabına, “Hemen hemen diğer bütün kitaplarımın olduğu gibi, bu kitabın konusu da okumak...” diye girer Manguel. Bu yazının amacı olan romanın konusu da farklı değil: Enis Batur’un yeni romanı Kitap Evi’nden* söz edeceğim…
           
     Orta yaşlarda, sorunlu bir evliliği olan anlatıcının mesleği, yazarlık ve yayıncılık. Saraybosna ziyareti dönüşünde, avukat Rıza Bey diye birinin kendisini görmek istediği haberini alır yardımcısından. Nitekim görüşürler de… Normal şartlarda tuhaf karşılanacak; fakat mevzubahis Enis Batur’un romanı olduğu için benim hiç yadırgamadığım bir haber verir Rıza Bey: Kimliğini öğrenemediği(miz)  “Beyefendi” nâmındaki biri, yazara, kitap-evini miras bırakmıştır. Yazarın da tanımadığı bu Beyefendi’nin kitap-evi, satış dükkânı olmayıp; Dragos sırtlarındaki evinin yanında, özel bir tasarımla inşa edilmiş -sırçadan- seçkin bir şahıs kütüphanesidir: Yüz bini aşkın kitaptan, otuz dört bine düşürülmüş bir seçkinliktir bu… (Bu özen, anlatıcının -Enis Batur’un- kriterini çağrıştırdı bana: “…kitaplarını insanları oyalamak, kandırmak, sıkıntılardan uzaklaştırmak için yazan hiçbir yazarı kütüphaneme sokmadım.” [s.48])
           
     İlkin tereddütle karşılaşa da bu tuhafın tuhafı durumu, giderek merakına mağlûb olacak ve Dragos’un yolunu tutacatkır. İşte roman, bu mekânın; yazarın, mekânla ve doğal olarak kitaplarla ilişkisinin romanıdır. Deneme-roman diye tanımlıyorum Kitap Evi’ni. Şundan: Anlatıcı-karakterin kitaplara dair düşüncelerini, bu denemeler sayesinde öğreniyoruz. Deneme denilen o haşarı türün romana galebe çalma pahasına; -bu bir paha ise elbette…

ANLATICININ KİMLİĞİ
           
     Selim İleri, “
Kitap Evi alışılagelmişin dışında bir roman. Özyaşamdan esinli mi, pek karar veremiyorsunuz. Anlatıcı doğrudan doğruya Enis Batur mu, yoksa roman kişisine dönüştürülmüş bir Enis Batur mu, bellisiz.diye yazmıştı. Haklı bir soruydu bu. Benim kanaatim, anlatıcının ‘doğrudan doğruya’ Enis Batur olduğudur. Öyle ki, bu kitap isimsiz bir hâlde yayımlansaydı, okurları, yazarın (hem yazan’ın hem de anlatıcı olan’ın) Enis Batur olduğunu dakikasında anlayacaklardı: İyi tanıyanlar üslûbundan (ki, bu bir yazarın kimliğidir ve söylemek gereksiz, elbette başarıdır), daha az tanıyanlarsa, anlatıcının yazdığını söylediği kitapların isimlerinden: Kütüphane: Başka Bir Labirent Öyküsü, Ayna, Bekçi gibi…

TÜRLER-ARASI BİR KİTAP
            
     Kitap hakkında yazanlar (Asuman Kafaoğlu Büke, Selim İleri, Eray Ak, Ömer Erdem, Metin Celâl, Azra İnci…), tür konusuna da değindiler haklı olarak: Kitap, bâriz olarak türler-arası olduğunu söylüyor çünkü. Bana göre, deneme-roman bu. Dikkat, ‘roman denemesi’ demiyorum; -Enis Batur gibi bir yazarın roman denemesi yazmasına gerek olmadığını düşünürüm. Alıştığımız anlamda romanlar çıkarmıyorsa, öyle yapmamayı tercih ettiği içindir. 

     Kitap Evi’ni romandan ayıran, en az yarısının, deneme olmasıdır. Romana yaklaştıran da diğer yarısı oluyor hâliyle… Başkası yazsa belki sıkılırdım bu durumdan; fakat denemelerini hazla soluduğum yazarın kaleminden çıkması, severek okumamı sağladı.
           
     Tespitleriyle düşündürecek, (“Evet, kitap kalıcı bir virüstü.” [s.18]; Harf İnkılâbı’nın buruk sonucu: s.100), belki de kızdıracak (“Kitap… eril dünyanın nesnesidir.” [s.60]) bu güzel deneme-roman, kitaplara tutkun olan (‘çemberin içine bir kez düşen’ [s.40]; yani, hurufî bir hayat süren[s.46]) hiçbir okuru pişman etmeyecektir.
                                                                                                        


*Kitap Evi, Enis Batur, Sel Yayıncılık, Mayıs 2014

4 Temmuz 2014 Cuma

ORHAN VELİ’DEN NAHİT HANIM’A MEKTUPLAR: “YALNIZ SENİ ARIYORUM”



                 [Bu yazım GRANADA dergisinin Nisan-Mayıs 2014 tarihli sayısında yayımlanmıştır.]

     Mektup, günlük ya da anı, okumayı pek çok sevdiğim türlerdendir. Neden seviyorum? Sanırım seviğim yazarların –özel hayatı da dahil- her şeylerini merak ettiğimden. Garip bir zevk… Fakat şunun da farkındayım: Bu türler, aynı zamanda, fevkalâde yanıltıcıdır! Yazarı hakkında gizli kapaklı bilgiler edineceğinizi ya da onun gerçek yüzünü göreceğinizi zannedersiniz; fakat büyük bir kumpasla karşı karşıyasınızdır: Okuduğunuz satırlar, yayınlanacağı bilinciyle/niyetiyle kaleme alınmış; dolayısıyla, yazarının kendisine biçtiği bambaşka bir kimlikten başka bir şey değildir!
      Bu noktada benim aklıma o meşhur söz gelir: “Je est un autre.” (Rimbaud)  Onun yanına, yine çok sevdiğim şu deyişi eklerim: “L’apparence est trompeuse.” Bana göre bu iki söz, pek çok yazarın mektup, anı ya da güncesine (yayımlanacak gözüyle yazılanlara elbette) epigraf olmalıdır. “Ben bir başkasıdır.” ve “Görünüş aldatıcıdır.”, bu türden kitaplar için biçilmiş iki sırma kaftan.
       Yakın zaman önce yayımlanan (Şubat 2014,YKY) “Yalnız Seni Arıyorum”/”Nahit Hanım’a Mektuplar” (Orhan Veli) kitabı, okuduğum ve anladığım kadarıyla, yukarıda sözünü ettiğim türden bir yanıltıcılığı hâiz değil; çünkü Orhan Veli, bu mektupları, yayımlanmak amacıyla yazmamış. Ya nedir? Âşık olduğu kadına, her şeyiyle dökmüş içini. Pek çok erkeğin söylemeye gönül indirmeyeceği/söylemeyi gururuna yediremeyeeği parasızlığını dahi her fırsatta dile getirmiş.
           
NAHİT HANIM KİMDİR?
                 Kitabın editörü Murat Yalçın’ın kaleminden naklediyorum: “Sanat ve edebiyat ortamlarında ‘Nahit Hanım’ diye bilinen Nahit Gelenbevi, Ankara ve İstanbul’da öğretmenlikle geçirmiş ömrünü (1909-2002). Eğitimci Halil Vedat Fıratlı ve Arif Damar ile evlilikler yaşamış. Çocuğu olmamaış ama Samet Ağaoğlu ‘Rönesans gibi kadın’, Cemal Süreya ise ‘Cumhuriyet dönemi küçük burjuva duyarlığının anası’ diye söz etmiş ondan. Nihayet dönüp baktığımızda, edebiyat mahfillerinde ‘Orhan Veli’nin sevgilisi’ diye ünlenmesinin yanı sıra, 1930’lardan 1940’lara, tam altmış yıl boyunca evini bir sanat albümüne çevirmiş; hakkında şiirler (Sabahattin Ali, Orhan Veli, Arif Damar, Gülten Akın) ve yazılar yazılmış; Atatürk’le üç defa dans etmiş bir hanımefendi portresiyle karşı karşıya olduğumuzu görürüz.  …” (s.7-8. Not: Murat Yalçın’ın bu sunuş yazısından, mektuplara ulaşılması ve yayımlanma süreci de öğrenilebilir.)
     Sabahattin Ali de âşıktır Nahit Hanım’a. Orhan Veli, 5 Nisan 1947 tarihli mektubunda şöyle der: “…Aramaızda şüphesiz hiçbir kötü şey yok. Aşk bahsindeki düşünceleriyle beni senin elinden alması bahsine gelince; hiç de öyle olduğunu sanmıyorum. Beni hiç kimse senden uzaklaştıramaz.” Nitekim, Sabahattin Ali, Nahit Hanım’dan karşılık alamaz. (s.44)     Kitaba, Cemal Süreya’nın o enfes “99 Yüz” kitabındaki “Nahit Hanım” portresini de almışlar. Usta şair ve nâsirin şu paragrafı, pek güzel özetlemiş: “Bir sanat albümü Nahit Hanım’In evi. 1930 dendi mi, Hasan Âli Yücel, Sabahattin Ali, Peyami Safa çıkar; 1940 dersin, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Sabahattin Eyuboğlu… 1950 dedin mi, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Alp Kuran; 1960, Gürdal Duyar.” (s.16)  


AH ŞU PARASIZLIK VE AŞK BELASI
        

     Orhan Veli’nin, dokuz mektupta “canım sevgilim” diye hitap ettiği; “yalnız seni arıyorum” (s.23) dediği; bana, Ahmed Gazâlî’nin o enfes “Mâzursun” şiirindeki “Ben sensiz bin gece kan ağladım / Sen bir gece sensiz kalmadın, mâzursun.” mısralarını hatırlatan, “Senini duyacağım. Ara sıra elini tutacağım. Sen bunların nasıl bir saadet olacağına akıl erdiremezsin. Çünkü her zaman kendinin yanındasın.” (s.62) diye yandığı bu mektuplar, sırılsıklam bir aşkın belgeleri bence. Peki aynı karşılığı Nahit Hanım’dan görebiliyor muyuz? Onun mektuplara verdiği karşılıklar yok bu kitapta; fakat Orhan Veli’nin mektuplarından apaçık anlaşılıyor: Hayır! Öyle görülüyor ki, Orhan Veli, bu
yasak aşkın cefasını tek başına çekiyor. (Nahit Hanım, bu mektuplaşmalar esnasında, Halil Vedat Fıratlı isminde bir eğitimciyle evlidir. Anlaşılan, mektuplardan birini okumuştur Halil Vedat Bey.  Orhan Veli, 1 Eylül 1949 tarihli mektubunda, bu hususa şöyle temas eder: “...mektubunu açıp okumak nezaketsizliğini gösteren bir insana karşı suçlu olma. Üstelik bu nihayet seninle benim aramdaki bir hadisedir. Halbuki zevcinizin maşukaları dillere destan. Yalnız sen mi kabahtli olacaksın? [s.137] Orhan Veli’nin daha önceki -22 Ocak 1947- mektubundan, Nahit Hanım’ın, kocasından “…hürmet ve muhabbetle bahsetme[diğini]…” öğreniyoruz. [s.31])     Peki nedir bu hasretin nedeni? Nahit Hanım’ın Ankara’da, şairimizin İstanbul’da olması. Mesafeler mesele mi? Paranız yoksa mesele; hem de büyük, çok büyük türden… Orhan Veli’nin hâli, içler acısıdır: “Mektubumu ayın 27’sinde yazdım. Fakat parasızlık yüzünden ancak bugün atabiliyorum.” (s.43). “Değil eğlenmek gezmek, herhangi bir insanla konuşmak imkânından bile mahrumum. Çektiğim sefaleti, çektiğim sıkıntıları bir bilsen… Bir çorap alamadığıma üzüldüğüm, birçok günlerimi sabahtan akşama kadar aç geçirdiğim bir sırada, sen tutturmuşsun, ‘Nasıl yaşadığını biliyorum.’ diyorsun.” (s.58). “Çay-kahve içemiyorum. Cigarayı da azalttım. …bu perhize maddi şartların çok yardımı oluyor. … Yazılarıma para verecek birkaç muvafık gazete var. Fakat çok sefil ücretler uğruna köle olmak istemiyorum.” (s.73). “Benim Ankara’ya gelemeyişim sadece parasızlık yüzünden. İktisadî imkânlarım seninki gibi olsa, burada bir dakika durmam.” (s.75). “İsterdim ki … hemen Ankara’ya gelebileyim. Ama vaziyetimi bir düşün. İki günden beri yağan yağmura ve soğuğa rağmen üstümde beyaz bir ceket var. Papucum yok, gömleğim yok, kravatım yok, pardösüm yok.” (s.89-90). “Bir pardösü, bir ayakkabı, bir de yol parası tedarik edebilirsem ilk fırsatta gelmek isterim.” (s.99). “ ‘Günlerce bir postaya mektup atacak kadar paran olmuyor mu?’ diyorsun. İnan, günlerce olmuyor.” (s.104)     Ben, karamsarlığa eğilimli; fakat aynı zamanda ondan korkan biri olduğum için, umutla bitirmek istiyorum: “Sen her zaman ‘İstersen her şey olur.’ dersin. Galiba kaderimizi arzularımızla yeneceğiz.” (s.109)

            

HENRY JAMES VE AVRUPA BURJUVASİSİNİN DÜZMECE AHLÂKI (DAİSY MİLLER ROMANI ÜZERİNE)



                     [Bu yazım, ŞALOM gazetesinin 12 Şubat 2014 tarihli sayısında yayımlanmıştır.]

   
     Daisy Miller, meşhur romancı Henry James’in kısa romanı; daha doğrusu, novella’sıdır… Geçtiğimiz yıllarda İletişim Yayınları tarafından yeni basımı da yapılan bu romanı, dilimizde yayımlanan ilk baskısı olan, Varlık Yayınları’nın Haziran 1963 tarihli edisyonundan tanıtmaya çalışacağım.


12 Şubat 2014
Henry James ve Avrupa  burjuvazisinin düzmece ahlâkı
Henry James
Orçun Üçer

     Romana geçmeden önce: Varlık Yayınları’nın bu büyük hizmetini (ve elbette bu işin baş mimarı Yaşar Nabi Nayır’ı) minnetle anmak, tüm kitapseverlerin vazifesi olmalı. Günümüzün çok zengin yayın ortamında istediğimiz her kitaba en kolayından ulaşabiliyoruz; fakat 1950’lerin, 60’ların o zor koşullarında, kelimenin tam anlamıyla büyük bir idealistlik göstererek, okurları iyi edebiyatla halvete uğraşan Yaşar Nabi ve Varlık Yayınları’nı anmadan geçmek, bir değerbilmezlik olacağından, saygıyla yâd etmek gerekir.
     Varlık Yayınları’nın 989.su, “Varlık Büyük Cep Kitapları” serisinin ise 227.si olan Daisy Miller’ın çevirmeni, İngiliz Dili ve Edebiyatı hocalarından Necla Aytür. ‘Amerikan Romanında Gerçekçilik’, ‘Kitaplar Arasında/Amerikan Edebiyatı, Kültür ve Dil Yazıları’, ‘Başka Bir Amerika’ eserlerinden ve Henry James, Kate Chopin, William Faulkner çevirilerinden tanıyoruz Necla Aytür hocamızı…
     1878’de dergide yayımlanan ve 1879’da kitap hâlinde satışa sunulan roman, İsviçre’nin Vevay (yâhut Vavey) kasabasından bir sahneyle başlar. ‘Dent du Midi’ dağı ile ‘Chillon’ şatosuna bakan (s.4) ‘Trois Couronnes’ adındaki kusursuz otelde (s.3) buluruz kendimizi. İlkin, kuvvetli baş ağrılarından muzdarip halasını ziyaret için Vavey’e gelmiş olan genç adam (27 yaşındadır) Winterbourne’u görürüz. Âşık olacağı Daisy Miller’ın küçük oğlan kardeşi Randolph’un, Winterbourne’dan şeker istemesi ve ablasının kardeşini almaya gelmesiyle tanışma başlar.  “İfade kudreti olmayan” fakat “güzelliği gözlemleyerek çözümlemeye tutkun olan”(s.8) Winterbourne, kızdan etkilenir. Annesi, kardeşi ve rehberleri Eugenio ile tatile çıkmış bulunan Daisy Miller’ın işadamı babası Ezra B. Miller, yaşadıkları yer olan Schenectady’de kalmıştır.(s.9)
Sosyete yaşamı ve aristokrat zihniyet yargılanıyor
     İlk konuşmalarında söz bir ara, romanın temel eleştirilerinden olan ‘sosyete’ yaşamına ve ‘aristokrat’ zihniyete gelir. Amerikalı olan Daisy Miller, Avrupa’da sosyete olmadığını; asıl sosyete hayatını her kış New York’ta yaşadığını söyler.(s.11). Winterborne, Miller’dan etkilenir kuşkusuz; bu bahsi halasına da açar. Ne var ki, Miller ailesini uzaktan uzağa gözlemleyen halası, bu durumdan hiç de hoşnut olmaz. Çünkü bu kızın (Daisy’nin) hiç de ‘soylu’ ve ‘ahlâklı’ olmayan davranışları vardır: Başta rehberleri olan Eugenio olmak üzere, arkadaşları olan erkeklerle ‘fazla samimi olması’ gibi… Winterbourne da bu kaygıları taşımaktadır. Hem, ilk karşılaşmalarındaki sohbetlerinde, Daisy “Erkeklerle her zaman ahbaplık etmişimdir.” dememiş miydi?! (s.11). Aristokrat ahlâkının (yani ikiyüzlü ahlâkın) bakış açısıyla malûl olan Winterbourne, bu durumu yadırgar hâliyle. Çünkü ona göre bu türden ‘samimiyetler’, ‘serbest’ ve ‘hafifmeşrep’ kadınların âdetleridir. (s.12). Halasının hiçbir zaman kabul etmeyeceği bu ilişkiyi başlarda heyecanla isteyen genç adam, hemen zihninden ‘hafifmeşreplik’ düşüncesini atar ve olayı kendince rasyonalize ederek, Daisy’i, “flört etmekten hoşlanan güzel bir Amerikan kızı”(s.12) diye ‘görür’. Çünkü Winterbourne bir yandan da, aynı zihniyeti paylaştığı, “toplumun kesin çizgilerle sınıflara ayrılmış düzeni”nden bunalmıştır da… (s.16) Zaten bu “düzen” de nefretengiz bir şeydir. “Halasının konuşmasından Miss Daisy Miller’ın bu düzendeki yerinin hayli aşağılarda olduğunu biliyordu. Genç adam, ‘Korkarım, onları beğenmiyorsunuz?’ dedi. ‘Çok bayağı insanlar. Onlar da Amerikalı ama, insan vatanına olan görevini onlar gibisiyle görüşmekle değil, görüşmemekle yerine getirir.”(s.16) Halasının bu sözleri, burnundan kıl aldırmayan o boşyüceliğin, sözde asâletin resmidir…  Bu düşüncelerin etkisinde kalan (çünkü o ‘ahlâka’ müntesip olan) Winterbourne da, aslında sevdiği bu kız hakkında sık sık gelgitler yaşar. Rehberleriyle sıkı fıkı olduğunu her daim yineleyen halasının tesiriyle, birden, “Demek uçarı, hoppa bir kızdı.” demekte çekince duymaz.(s.17) Fakat bu düşüncesinde de istikrarlı olmayacaktır; daha doğrusu, Daisy’i sevdiğinden mütevellit, olamayacaktır. Mensubu olduğu sahte, ikiyüzlü ahlâkın izleri gereği, kof gururdan Winterbourne da nasibini almıştır. Bunun kanıtlarından biri de, anlatıcı-yazarın şu sözleridir: “O zamana kadar, gevezeliğin bu kadar sevimlisini duymamıştı. Daha önce onun ‘bayağı’ olduğu fikrini kabul ettiği hâlde, şimdi bundan pek emin olamıyordu. Yoksa onun bayağılığına alışıyor muydu?”(s.28)
Les Trois Couronnes bölümü
     İki bölümden oluşan romanın otelin ismini taşıyan “Les Trois Couronnes” adlı bölümü, Daisy Miller’ın Winterbourne’un kışın Roma’ya gelmesini istemesiyle noktalanır. Bu sayfada, Daisy Miller’ın, genç adama âşık olduğunu iyice anlarız: Roma’ya gelmesi isteğine “Böyle bir sözü kolayca verebilirim; halam kış için Roma’da bir ev tuttu; beni de şimdiden davet ediyor.” diye mukabele eden Winterbourne’a, ancak âşık birisi şöyle cevap verebilir çünkü: “Halanız için değil, benim için gelmenizi isterim.”(s.31) Winterbourne, ocağın sonuna doğru Roma’ya gittiğinde, halasından, Daisy ve ailesinin oraya kendinden evvel geldikleri haberini alır: “Geçen yaz Vevay’da peşlerinden ayrılmadığın kimseler, rehberleriyle falan, burada da ortaya çıktılar. … Bir iki ahbap edinmişler ama, gene de en çok rehberle senli benliler. Küçük hanım, asillikten uzak birkaç İtalyan’la da sıkı fıkıymış; bunlarla gezip tozmaları herkesin dilinde.”(s.32) Halasının tahkir ederek söylediği doğrudur. Daisy, daha sonra bir arkadaşın evinde karşılaşacak olan Winterbourne’u, “Dünyanın en yakışıklı erkeğidir. Mr. Winterbourne’u katmazsak tabii.”(s.37) diye tanıttığı Mr. Giovanelli ile tanıştırır. Winterbourne, hiç kuşku yok ki kıskanır bu durumu. Giovanelli’yle bir gece buluşacak olan Daisy’e eşlik eder. Aslında Winterbourne’a âşık olan Daisy îmâ yoluyla istemiştir onun gelmesini. Adamı görünce kıskançlığı iyice artar Winterbourne’nun (çünkü genç İtalyan, çok yakışıklıdır); fakat kurtulmak istediği ama pek de kolay olmayan ‘aristokrat’ refleksi devreye girer ve bir nevî tatmin sağlar: “Winterbourne kendi kendinden memnundu. Adamın ne mal olduğunu anlamıştı. ‘Kibar sınıftan değil.’ diye düşündü. ‘Kibarlığı ustaca taklit ediyor o kadar. Müzik hocası, ucuz bir yazar, ya da ressam olmalı. Yakışıklılığının Allah cezasını versin!’ … Bu da yine Daisy’nin kibar bir kız olup olmadığı sorusunu akla getiriyordu. Kibar bir kız, küçük, flörtçü bir Amerikalı da olsa, tutup aşağı tabakadan olduğu anlaşılan bir adamla buluşmaya kalkar mıydı?” (s.41) Daisy’i, bazı ‘ahlâkçı’ aristokratlar da, davranışlarının Amerika’da normal olabileceğini; fakat buraya uymadığını söyleyip ikaz edecekler; hatta meclislerinden dışlamakla tehdit edeceklerdir. Saf ve içinden geldiği gibi davranan, yani doğasını yaşayan bu kız, haklı olarak, “Buralı kadınların hayatı korkunç derecede sıkıntılıymış diyorlar. Kendi âdetlerimi onlarınkine benzetmek için en ufak bir sebep göremiyorum.” diyecektir.(s.49). Aslında aynı ikiyüzlü köhne ahlâkı paylaşan ve cesaret gösterip de aşkından yana net bir tavır alamayan Winterbourne, nasıl olduysa, ‘sevgilisini’ uyarmak zorunda hissedecektir kendisini:
 “Benim başkaları kadar katı olmadığımı da anlayacaksınız.”
“Nasıl anlayacağım?”
“Başkalarının evine giderek.”
“Ne yapacaklar bana?”
“Sırt çevirecekler.”
Winterbourne’un söylediği doğrudur. O ‘düzmece ahlâka’ uymadığın zaman dışlanırsın…
     Romanın son sahnesi, Daisy ile Giovanelli’nin ‘Forum’ da yürüyüş yapıp, ‘Kolisium’ da (Collesium) oturdukları gecedir. Winterbourne da gizlice gider; fakat Daisy onu görür. Konuşurlar. Genç adam, İtalyan delikanlıya kızar; çünkü sıtma salgını vardır ve Daisy’i düşünmemekle suçlar. Oysa orasını ay ışığında görmeyi arzulayan Daisy istemiştir gece gezisini.
     Winterbourne’u kıskandırmak adına İtalyan delikanlı ile nişanlandığını söyler Daisy. Sonra evlerine dönerler ve birkaç gün sonra Daisy’nin çok ağır hasta olduğu ortaya çıkar. Winterbourne ziyarete gider; Giovanelli ise, ortada görünmez. Daisy’nin annesi Mrs. Miller, Winterbourne’a “Daisy geçen gün sizden bahsetti” der. “Çoğu ne dediğini bilmiyor, fakat bu sefer galiba aklı başındaydı. Benimle size bir haber gönderdi. Size bildirmemi istediği bir şey var. O yakışıklı İtalyan’la nişanlanmadığını size söylememi istiyor.” (s.62). Ve bir hafta sonra Daisy Miller ölür. (s.63). Annesi vasıtasıyla ilettiği mesajda Winterbourne’a olan aşkını yinelemiştir. Genç adam “O zaman ne demek istediğini anlamamıştım. Şimdi anlıyorum. Anlıyorum ki, o da takdir edilmeye önem verirmiş.”(s.64) diyerek nedamet getirir… Zavallı Daisy’nin tek ‘suçu’, Avrupalı aristokratların o ikiyüzlü ‘ahlâk’ kurallarını reddedip, özgür yaşamayı seçmesi olur. Birey olma isteği, anlaşılan, hiçbir toplumda cezasız kalmaz.
     Öyle görülüyor ki Henry James de, bu kızı öldürmekle, Avrupa’ya kurban sunmuştur…

Anlatıcı yazar devrede
     Bu romanında da bir Henry James yöntemi olan “anlatıcı-yazar” devrededir. Bu anlatıcı-yazarın James’in kendisi olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Romanın iki yerinde, okuyunca bana Ahmet Mithat Efendi’yi  hatırlatan ‘anlatıcı’ ile karşılaştım: “Verdiğimiz bilgilerden okuyucunun da anlayacağı gibi…”(s.44) ve “ Okuyucunun alayla gülümsemesi tehlikesini göze alarak bildirelim ki,…”(s.52).  Jale Parla hocamız, bizi uyarır: “Henry James ‘güvenilmez anlatıcıyı’ anlatının merkezine taşır[…]”1


NOT: Bu yazıya hazırlanırken, Henry James hakkında bazı okumalar yapıp notlar çıkardım. Amacım, James’le alâkalı [romancılığı, üslûbu gibi] bilgiler vermekti; fakat sonradan fark ettim ki, bu yazının konusu değiller yazacaklarım. Yine de, bu yazım vesilesiyle okuyup bilgilendiğim ve faydalanmak isteyen okurlara da yardımcı olacağını sandığım bazı kitapları anmak isterim:
1) “Yazar, Yazar” David Lodge, Ayrıntı Yayınları, 2011.
2) “Kitaplar Arasında/Amerikan Edebiyatı, Kültür ve Dil Yazıları” Necla Aytür, YKY, 2010.
3) “Don Kişot’tan Bugüne Roman” Jale Parla, İletişim Yayınları, 2007.”
4) Manzaradan Parçalar/Hayat, Sokaklar, Edebiyat” Orhan Pamuk, İletişim Yayınları, 2010.
5) “Edebiyat Üzerine Düşünceler” T.S.Eliot, Paradigma Yayıncılık, 2007. Çeviren: Doç.Dr. Sevim Kantarcıoğlu
6) “İngiliz Edebiyatı Tarihi”, Mîna Urgan, YKY, 2010.
7) “Klasikleri Niçin Okumalı”, Italo Calvino, YKY, 2008, s.181-4. Çeviren: Kemal Atakay
(Calvino, James’in, “yaşam dolu kız kahramanıyla” (Daisy Miller), “genç Amerika’nın önyargısızlığını ve masumluğunu simgelemeyi amaçla[dığını]” söyler. [s.181])

1 “Don Kişot’tan Bugüne Roman”, Jale Parla, İletişim Yayınları, 7.Baskı, 2007, sayfa 169) 1;a: James’in roman anlayışı hakkında fikir vermesi açısından: “Henry James’in The Art of Fiction’da [Kurmaca Sanatı] belirttiği gibi, roman, edebiyat türlerinin ‘the most elastic’ [en esneğidir]. Düzyazıyla kaleme alınması koşuluyla, bir romanın içinde yer alamayacak yazı türü yok gibidir. …” [Mîna Urgan, “İngiliz Edebiyatı Tarihi”, YKY, 2010 -6. baskı-, s.743])

OKUMA SANATI ÜZERİNE BİR DENEME


  [Bu denemem, MÜREKKEPBALIĞI dergisinin Kasım-Aralık 2013 tarihli ilk sayısında yayımlanmıştır.]


     Walter Winkelman, “Okuma Sanatı Üzerine” yazısının girişinde Goethe’den şu anekdotu nakleder: “Goethe, Eckermann ile Konuşmalar’ında doğru dürüst okumayı öğrenmek için seksen yıl harcadığını, yine de kendini bu ülküye tam ulaşmış saymadığını söyler. Goethe bu sözle besbelli okullarda öğrenilen okumayı değil, fakat bu melekeyi işlete işlete onu gerçek okuma sanatı hâline getirmeyi kastediyor ve ilerlemiş yaşında bile bu sanata istediği kadar sahip olamadığından dert yanıyor.”(1) 

     Okuma sanatı üzerine düşünüyorum… Okuma eylemi, Goethe’nin bile tam anlamıyla yapamadığını itiraf ettiği kadar zor mu? Elbette Goethe’nin “istediği” ile biz fânilerin “istediği” bir olmaz: Onun gayesi, büyük sanatkârlığının gereği olan yüksek beklentiler; fikrî ve rûhî mânâda erişmek istediği son noktalar olabilir. Ne olursa olsun, bu itiraftan şunu anlamalıyız ki; okuma eylemi, ancak sanat düzeyinde olursa kıymet kazanır. Belki Goethe’nin seviyelerine her okur çıkamayacaktır fakat onun bu arzusundan şu ders çıkarılmalıdır: Okurlar olarak bizim hedefimiz, okuma yolunda yetkin ve seçkin adımlar atmak; yâni, okuma sanatını öğrenip, bu doğrultuda ilerlemek olmalı…

OKUMAK, YETENEK İSTER

    
Hilmi Yavuz’un, çok sevdiğim ve katıldığım bir sözü var: “Kitap okumak, bir alışkanlık olmaktan çok, bir yetenek işidir bence. Bu yetenek, ilkokulda ortaya çıkar, ortaokulda gelişir, lisede ise yapılacak iş bu yeteneğe yön vermektir. Okuma yeteneği olmayan birini, okumaya yönlendirmek için ne yaparsanız yapınız, bir yararı olmaz. Tıpkı resim yapmak gibidir okumak..."(2). Hakikaten böyledir bu; okumak bir yetenek, -Selim İleri’nin yazılarında ara sıra vurguladığı gibi- bir sanattır. İyi bir kitabı anlayabilecek yeteneğe (yetkinliğe) gelebilmenin tek yolu, çok kitap okumaktır kuşkusuz. Kitaptan kastım, “iyi” yazarların “iyi” eserleridir tabii… Aksi hâlde, isterse bir kamyon dolusu “best-seller” okumuş (yâni ‘çok okumuş’) olsa da insan, bir arpa boyu bile yol almış olamaz… ["İyi kitaplar okumayan bir kimsenin okumuş olmasıyla câhil kalması arasında bir fark yoktur..." demiş Mark Twain.] Böylesine kısır ve sonsuz tekrarlardan mürekkeb bir okuma biçimi, “Benim oğlum bîna okur, döner döner bir daha okur” deyimini tahakkuk ettirmekten başka bir şey değildir…

ANDRE GİDE’İN TASNİFİ
    
    
Okuma sanatı hakkına düşünürken, aklıma, ‘Bunun bir önemi var mı?’ sorusu da geldi. ‘Kitabı açar okuruz. Bunun için, sanata gerek var mı? Okumayı bilmek, neden yeterli olmasın?’ Bu soruların peşini kovalayınca, ‘O kadar da değil’, dedim, ‘her kitabı, öyle çerez köşe yazılarını okur gibi, bir çırpıda okuyup kenara fırlatamazsın. Bazı kitapları okumak için ehliyet gerek. İşte okuma sanatı denilen şey de, bu ehliyet oluyor.’ Bu yargıya varmışken, büyük bir tesadüf eseri, o sıralarda okuduğum  André Gide’in günlüğünden şu cümleler çıktı karşıma: “Hâlâ bir kitaptan neler bekliyorum? Son bir ‘ruh zenginleşmesi’ mi? Boş bir bekleyiş: Benim yaşımda zarlar atılmıştır. Eğlenmek mi istiyorum? Pek o kadar da değil. Daha çok boş bir vakit geçirmek. Evet, okuyarak ‘kendimden geçmek’, kendimi unutmak istiyorum. Düşüncelerimin bu dağılışı beni her gerçek çalışmadan uzaklaştırıyor, içimdeki tembelliği teşvik ediyor…”(3)
     Görüldüğü gibi,  André Gide, kitapları iki kısımda değerlendirmiş: Ruhu zenginleştirenlerle, boş vakit geçirtenler…  Şüphesiz, faydalı okuma, ancak ‘ruhu zenginleştiren’, düşünce dünyamızı genişleten kitapları okumakla olur. Bu türdeki kitaplar, insan aklını kışkırtan ve böyle yapmakla da insana bir şeyler katan; o okumaların sonunda, kişiyi, bir öncekinden daha ileri bir düzeye taşıyan; yâni, okurluğunda rütbe kazandıran eserlerdir. Böyle eserleri hazmetmek de, okuma sanatını bilmek ve bu sanatın gereklerini yerine getirmekle olur. Tıpkı, iyi kitabı kötü kitaptan ayırabilmenin tek yolunun, bu sanatı bilmekten geçtiği gibi…
     Buna benzer bir ayrımı, Montaigne de yapar: O meşhur ve enfes eseri “Denemeler”in dördüncü cildinde, Tacitus’un “Târih” isimli kitabından söz ederken, bu kitabın, “okunmak için değil, öğrenmek ve incelemek için” olduğunu söyler.(4) Doğrusu, Montaigne’in bu ayrımını biraz yadırgadım. Sonra şu kanıya vardım: Montaigne, bu tür kitapların okunmasının elzem olduğunu; ve ‘okuma’ işinin de, ancak keyif aldığımız ve ‘okumak zorunda da olmadığımız’ kitaplara özgü olduğunu düşünmüş olabilir. Bu tasnife katılalım katılmayalım –ben katılmıyorum-, ortada şu hakikat var: Okuma sanatı, her çeşit okuma biçimi için lûzumludur…

İYİ YAZAR OLMANIN ŞARTI

     Okuma sanatı; başka bir deyişle, ‘sanatlı okuma’, okuma yolunda istekli bir yolcu olan okura, uzun kilometrelerden sonra, yazma ihtiyacını da yükleyecektir. Zaten aksi mümkün değildir: Yazar, ancak okur’sa yazar; ve ondan sonra da dâimâ, okur-yazar olarak kalır. İyi bir yazar olmanın yeri, okuma sanatının tezgâhıdır…
     İnci Aral, “Okumak ve Yazmak” başlıklı yazısında şöyle der:  “Yazma yeteneği; okuma birikimi ve sağlam bir dünya görüşüyle dengelenip gelişir. Okumadan yazamayız. Okuma zevki almamış, kitaplarla arasında şöyle böyle bir sevgi ilişkisi kurulmamış biri, yazmayı aklına bile getirmez. … Yazmaya özenmenin, anlatmayı öğrenmenin ve yazının derinliğini kavramanın öteki ayağı okumaktır.”(5)

RİTÜELLER

     Okuma sanatı, yedeğinde, birtakım ritüelleri de getiriyor. Lûzumludur bu ritüeller: Gereken cümlelerin altını çizmek, sayfaların kenarlarına işaretler koymak ve notlar almak gibi… Evet, anlaşıldı sanırım: Kitap, kalemsiz okunmaz!... Benim için kalem, kitabın en önemli uzvudur. Eğer –hani olmaz ya- yanıma kalem almayı unutup da dışarı çıkmışsam, elimdeki kitabı okurken huzursuz olurum. Bir kırtasiyeye girip kalem alana kadar da, altını çizeceğim ve(yâ) notlar alacağım yerleri aklımda tutarım… Bunun, bana özgü bir takıntı olduğunu zannedip ürktüğüm olmuştur; fakat pek çok iyi okurun ve okur-yazarın da bu biçimde okuduklarını öğrenince, rahatladım. Misal, Nermi Uygur. “Birkaç Okuma Alışkanlığı” başlıklı denemesinde diyor ki:  “Beni okurken gören biri, ne yapıp ettiğimi iyice saptamadan, okuduğum değil, yazdığım sanısına kapılabilir çoğu kez. Azıcık dikkat eder de bir şey yazmadığımı anlayınca, kitaptan bir şeyler aktardığımı düşünebilir. Ne yapıp ettiğime zaman ayıran biriyse, kimi kısa kimi uzun uzun aralıklarla, kitapta bazı sözcüklerin, satırların altını çizdiğimi; sayfa kenarlarını, bâzan yinelenen bâzan birbirine benzemeyen birtakım çentiklerle bezediğimi görür…”(6)
    
     Hayır hayır; kesinlikle bir takıntı değil bu, okuma sanatının gereklerinden olan bir ritüel: İyi kitapları hakkını vererek okumak, ancak elde kalemle sayfa kenarlarına notlar alarak, satırların altlarını çizerek olur. Onlardaki sanata, öneme işaret koyarak… O işaretler ve notlar, okurun ufkunu açacak, fikir dünyasını zenginleştirecektir şüphesiz…

BİR KİTAP: “OKUMAK SANATI”

    
Kötü kitaplar arasında ömür tüketmemek için eleştiri okumak nasıl gerekliyse, okuma sanatından nasibini almış olanların sözlerine kulak vermek de o kerte lûzumludur. Bu denememe vesile olan “Okumak Sanatı” kitabı, bu sanatı öğretmek iddiasında olan bir kitaptır. Bu kitaptan kısaca söz etmek istiyorum:

     Hakkı Arık’ın tercüme ettiği ve Ahmet Hâlit Kitabevi’nin 1944 senesinde neşrettiği “Okumak Sanatı” kitabının yazarı, Paul Nyssens. Adını daha önce hiç işitmediğim bu yazarı internette aradım ve Wikipedia’nın Fransızca sayfasında buldum. Yer darlığı nedeniyle tanıtamayıp, sayfanın linkini vermekle iktifâ etmek zorundayım:
http://fr.wikipedia.org/wiki/Paul_Nyssens

     Tercümede, ne yazar, ne de kitap hakkında bilgi verilmiş; palas pandıras konuya girilmiş. Yine internetten bulduğum bilgiye göre söylersem, “Okumak Sanatı”nın, 1936’da yayımlanan “Comment lire et étudier avec profit” kitabının çevirisi olduğunu söyleyebilirim.

     Çok hoş bir alıntıyla (“İyi seçilmiş kitap kolleksiyonu, hakîki bir üniversite tahsîli değerindedir.” Carlyle) açılan kitap, dokuz bölümden oluşuyor. Bunlar, sırasıyla; “Şahsî Gelişim”, “Tam Gelişim ve Başarı”, “Terbiye Edilecek Umûmî Meziyetler”, “Sağlık Koruması”, “Vakit Meselesi”, “Okunacak Kitapların Seçilmesi”, “Edebî Terbiye”, “Nasıl Okumalı” ve son olarak “Fişlerle Tasnif”

     “İyi okumak, okunacak şeyi iyi seçmek ve; zamandan, gayretten ve paradan tasarruf etmek demek olduğundan, şu kitapçıkta biz bunları göstereceğiz.” iddiâsındaki yazarın, kitabın tümüne yaydığı iyi/verimli okumak hususundaki (derlemeye ve özünü vermeye çalıştığım) tavsiyelerine kulak verelim:
*Çabuk ve hızlı okuyunca aklınızda bir şey kalmıyorsa, yavaş ve dikkatli okuyun.
*Düzenli çalışın ve her şeyi zamanında inceleyin.
*Gramer kaidelerine dikkat edin, imlâ hatâsı yapmayın.
*Güzel ve okunaklı yazmaya bakın.
*Bir konuyu anlamak güç geliyorsa, o konuyu bölümlere ayırın. Bir meseleyi, bir noktayı ele alıp, onu öğrenin.
*Akıl sağlığınızı ve hâfızanızı, edebî ve ilmî eserleri okumayı bırakmayarak korursunuz.
*Mevkî ve ihtiras sâhibiyseniz, bu özelliğinizi ilim yolunda kullanın. Kalıcı mevkî, ilmî olandır.
*Yalnızca kendi alanınızın uzmanı olmakla kalmayıp, ilgili konuları da öğrenin. İş yerinden örnek vermek gerekirse; bir iş yerinde makine mühendisiysen, o iş yerinin muhâsebesiyle de ilgili ol.
*[“Terbiye Edilecek Umûmî Meziyetler” bölümünden]: Azimli olun, sebatlı olun (başladığınız işi sona eriştirin), devamlı olun, intizamlı olun (belli saatlerde okuyun; zihin, mutat saatlerde uyanıktır), zihninizi bir noktaya toplayın, şevk ve ilgiyi elden bırakmayın, mâkûl derecede haris olun (bir maksada ulaşmak için, içinizdeki hırs beslenmeli ve terbiye edilmelidir).

*[“Sağlık Koruması” bölümünden. –Her ne kadar, bu bölüme “Doğru fikir sağlam vücutta bulunur” gibi saçma bir cümleyle girilmişse de, öneriler, okurların işine yarayacaktır]: Erken kalkın (“Dünya, çok erken kalkmasını bilen adamındır” demiş Avrupalı bir devlet adamı), zihin açıklığına dikkat edin (dikkat duygusunun zayıflamasının birkaç nedeni; hazım faaliyeti güçlüğü, kabızlık ve iktidarsızlıktır), okuyup yazarken dik oturun (hattâ mümkünse ayakta okuyun), göz sağlığınız (ve gece uykusunu ihmâl etmemek) için gündüz okuyun; araba, tren ve tramvay gibi vâsıtalarda okumayın.
*İyi eserleri seçin: Bunlar çok defa edebiyatın ve felsefenin temel kitapları ve klâsikleridirler.
*Meslekî bilgilerinizi ilerletebilecek kitaplar da okuyun.
*Edebiyatı katiyyen ihmâl etmeyin; çünkü edebiyat, bütün beşerî bilgilerin esaslarını ihtivâ eder.
*[“Nasıl Okumalı?” bölümünden]: Eleştirel okuyun. Bilgileri kontrol edin. Sözlük okuyun; kelimelerin mânâsını bilmek gerekir. Altını çizerek ve notlar çıkararak okuyun. Aynı mesele hakkında yazılmış kitapları mukayese ederek okuyun.

     Kitabın özeti bu. Biz okurlara da bu ‘kurallara’ uymak düşer. Aksi hâlde, şu hakîkat tecellî eder: “Okuduğunuz şeylerin iyi veyâ kötü seçilmesine göre, hayatta muvaffak veyâ bedbaht olacaksınız.”

-----
[Not: Denemelerde dipnot verilmez, biliyorum; fakat bu, dipnotlu denemelerden.]
(1) Tercüme dergisi,  Ocak-Mart 1966, sayı 85. Tercüman: Melahat Toygar.
[Bu yazıya şu siteden ulaştım:
http://www.ahenkdergisi.com/dergi/index.php?option=com_content&view=article&id=399:okuma-sanat-uezerine&catid=80:nesir-defteri&Itemid=81 ]
(2) Hilmi Yavuz, "Denemeler", Boyut Kitapları, 2003 -3. baskı-, s.86.
(3) André Gide, “Hâtırâ Defterimden”, Tercüme dergisi, 19 Temmuz 1944, cilt 5, sayı 26, s.144. Çeviren: Erol Güney.
(4) Montaigne, “Denemeler”, cilt 4, Cem Yayınevi, 2008 -2. Basım-, “Tartışma Sanatı Üzerine” başlıklı deneme, s.216.  Çeviren: Hüsen Portakal.
(5) İnci Aral, “Yazma Büyüsü”, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011, s.38-39.
(6) Nermi Uygur, “Tadı Damağımda”, YKY, 1995, s.313. 

Spinoza’nın John Berger’e ilhâmı: BENTO´NUN ESKİZ DEFTERİ



                      [Bu yazım, ŞALOM gazetesinin 2 Ekim 2013 tarihli sayısında yayımlanmıştır.]
       
     Kısa zaman önce yaptığım İzmir yolcuğuma gidiş ve şehrime (İstanbul’a) dönüşümde, bir de Burgazada’da Sait Faik’le olan randevumda bana eşlik eden bir kitap vardı: “Bento’nun Eskiz Defteri”(1). Baruch (Bento) Spinoza’nın John Berger’e ilhâm ettiği bu kitap, benim için, iki sevdiğim yazarın uzak mesafelerden (dört asır!) de olsa kurdukları iletişime (belki de gönül bağına) şahit olmaktı… Yalnız bu da değildi elbette: İnsanın, yazıyla, eserle olan ilişkisinin, öyle bir bardak su içer gibi hemen bitip tükenmediğinin; yıllar sonra da o iletişimin devam edebileceğinin ve dahası, kişinin isterse bunu (tamamen kurgusal da olsa)  devam ettirebileceği (o bir anlamda gizemli) realitesinin –yeniden–farkına varmaktı…
     Sanatsal yaratıcılık kabiliyeti olan hangi insan, sevdiği bir sanat eserinin devamını ya da kendince alternatifini kafasında ya(r)şatmamıştır ki? Edebiyatı ele alalım: Sevdiği bir romanı okurken ya da okuduktan sonra, yazarın sunduğu olayın ve/veya sonun farklı versiyonunu kafasında yaratmayan bir yaratıcı-okur düşünülebilir mi? Yaşayan en iyi yazarlarımızdan olan Selim İleri, anılarında (örneğin, “Anılar; Issız ve Yağmurlu” kitabında), çocukken okuduğu ve sevdiği romanların ‘devamını’ yazdığını söylüyor. Tabii bu tek başına bir etken değildir ama bunun neticesi, Selim İleri gibi iyi bir sanatçı olmaktır… Bunu, yarım kalmış romanlar için de düşünebiliriz: Gogol’ün “Ölü Canlar”ı ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Aydaki Kadın”ı gibi… Yaratıcı okur ve yazar için azımsanacak bir merak değildir bu. Yarın öbür gün bu merak pekâlâ bir yazara, “Tanpınar’ın Aydaki Kadını”nı yazdırabilir…

John Berger

BİR HAYALİN PROJESİ
      Spinoza, yanında devamlı surette eskiz defteri taşırmış; fakat ölümünden sonra notları, elyazmaları, mektupları muhafaza edilebildiyse de eskiz defteri hiç bulunamamış. John Berger’in hayallerinden biri, yaratıcı okur ve yazar için azımsanamayacak dediğim o merakmış işte: “… yıllardan beri Spinoza’nın çizimlerinin yer aldığı bu defterin bulunacağını hayal ediyordum. İçinde ne bulmayı ümit ettiğimi bilmiyorum. Neler çizmiş olabilir? Nasıl bir üslûpta çiziyordu acaba? De Hooch, Vermeer, Jan Steen, Gerard Dou ile çağdaştı. Amsterdam’da bir süre, kendisinden yirmi altı yaş büyük olan Rembrandt’ın birkaç yüz metre ötesinde yaşadı. Biyografi yazarları onların muhtemelen karşılaştığından dem vurur. Teknik resim çiziminde Spinoza’nın amatör olduğunu varsayabiliriz. Eskiz defteri bulunsaydı eğer, pek öyle ahım şahım çizimlerle karşılaşacağımı düşünmedim hiç. Sadece yazdığı bazı notları ve bir filozof olarak şaşırtıcı önermelerini yeniden okumak, bir yandan da gözlemlediği şeylere onun gözüyle bakabilmek istiyordum.” (s.11)
     Evet, “onun gözüyle bakabilmek”! Berger’in bu kitabı yazma (kitaptaki o eskizleri çizme) nedeni, bana göre bu üç cümlede gizli. Elbette, körü körüne onu taklit etmek demek değil bu; bin kere hayır! Bu, Berger’in ve onun eşdeğerindeki entelektüellerin zekâsına ve yaratıcılığına hakaretten başka bir şey olmazdı; şüphesiz, onların okurlarının da!.. Burada kastedilen, kendi üslûbundan ve muhayyilenden yola çıkarak, sevdiğin bir filozofun kayıp olan ve senin de merak ettiğin eserini, kurgusal olarak  –bir anlamda- ‘yeniden-yaratmak’tır bana göre…  Bu sebeple, Berger’in Bavyera’da yaşayan bir dostunun dostu olan Polonyalı matbaacının, kendisine ten rengi ve süet ciltli bir eskiz defteri hediye etmesini; Berger’in de bu defteri alır almaz “Bu Bento’nun olmalı!” diye mırıldanmasını (s.12), ben, bahsettiğim bu kurgu çerçevesinde görüyorum. Böyle bir olay hakikaten de yaşanmış olabilir ama yine de kurgudur: Bento’nun neler çizmiş (ve elbette ‘görmüş’! Çağrışım: “Görme Biçimleri”) olabileceğini kurgulamak için yaratılmış/uydurulmuş yan-kurgucuk…
     Ve Berger, hayalindeki yolculuğa çıkar…
     Berger’e bu yolculuğunda eşlik eden bir hazine de vardır: Spinoza’nın dev eseri “Ethica”. İnsanın böyle bir yol azığı olunca, kaleminden çıkanlar da sıradan olmayacaktır hâliyle:

ALTI ÇİZİLEN SATIRLAR
     İyi bir kitap, muhakkak ki kalem eşliğinde okunur: Kitaptaki önemli tespitlerin ya da edebî kıymeti olan cümlelerin altını çizmek; çizmeye kıyamıyorsak da bir deftere not etmek için. Kuşkusuz iyi kitaplar kervanından olan Berger’in bu eserinde altını çizdiğim yerlerden birkaçını paylaşmak istiyorum:
 Berger: Mutlak monarşi, yeryüzündeki tüm canlıların potansiyel hizmetkâr olduğu varsayımına dayanır ve ısrarla şatafat talep eder. (s.34)
 Spinoza: Biz bir şey için çabalıyorsak, onu istiyorsak, ona iştah kabartıyorsak, yani onu arzuluyorsak, bunu o şeyin iyi olduğuna hükmettiğimiz için yapmıyoruz; tersine, bir şeye çaba harcadığımız, onu istediğimiz, ona iştah kabarttığımız, yani onu arzuladığımız için o şeyin iyi olduğuna hükmediyoruz. (s.38)
 Spinoza: İnsan zihninin biçimsel varlığını kuran fikir, son derece karmaşık pek çok bireysel kısmın bir araya gelmesinden oluşan beden fikridir. Ama bedeni oluşturan bu bireysel kısımların her birinin fikri, Tanrı’da zorunlu olarak bulunmalıdır; bu yüzden insan bedeni fikri bileşik kısımlarının bu pek çok fikrinden oluşmuştur. (s.42)
 Berger: Kendisi olmayan her şey, ona alan açmıştı. (s.45) [Bu cümleyi, ‘Öz doldurmazsa, yalan/yanılsama doldurur’ diye okuyorum. –O.Ü.)
 Berger: O zamanlar markalar değil, tarih yazılırdı büyük harflerle. (s.49)
 Berger: İnsanı öteki hayvanlardan ayıran, geçmişe ve gelecek olana duyduğu aidiyet hissidir. Lâkin Tarih’le yüzleşmek trajediyle yüz yüze gelmektir. Çoğu insanın bakışlarını kaçırmayı tercih etmesi bu yüzdendir.Tarih’le ilgilenmeye karar vermek, çaresizlikten dolayı verilmiş bir karar olduğunda bile umuda ihtiyaç duyar. Bir umut küpesine. (s.52)
 Spinoza: Bizler dış nedenlere bağlı olarak çok değişik heyecanlar yaşıyoruz ve ters esen rüzgârlarla alt üst olan dalgalar gibi akıbetimizden ve yazgımızdan bîhaber çalkalanıp duruyoruz.(s.53) [Spinoza’nın bu cümlesi, sizlere de “Vaiz” (“Koelet”) kitabını hatırlatmadı mı? –O.Ü.]
 Berger: 1942’de –yaz ayları olmalı- Londralılar radyodan ilk kez Şostakoviç’in, kuşatma altındaki Leningrad’a adadığı 7. Senfoni’sini dinlediler. 1941’de, Leningrad’da, kuşatma sırasında başlamıştı bestesine Şostakoviç. Kimimiz için bu senfoni, gaipten gelen bir müjde gibiydi. Onu dinlemek, Leningrad’ı izleyen Stalingrad direnişi, Kızıl Ordu’nun sonunda Alman savunma güçlerini dize getireceği inancını uyandırmaya başlamıştı bizde. Ve öyle de oldu… Savaş sırasında, yıkılmaz görünen şeylerden birinin müzik olması ne garip. (s.58)
 Berger: Aynı hatayı bir daha yapmayacağım. Ama başkalarını yapacağım muhakkak… (s.60)
 Berger: İnsan denen yaratığın zulmetme kabiliyeti sınır tanımaz. (s.83)
 Berger: Günümüzün küresel tiranlığının başlıca özelliği bir yüze sahip olmayışı. Ne Führer, ne Stalin, ne de Cortés var. İşleyişi kıtadan kıtaya değişiyor ve koşulları yerel tarihlerce belirleniyor. Ama genel model aynı. Bir kısırdöngü. … İşte, insanların zulmetmedeki akla hayale gelmeyecek kabiliyetlerini ha babam fişekleyen günümüzün bu yeni siyasî-iktisadî döngüsü: “Dün gece Vadodara’dan bir arkadaşım aradı. Ağlıyordu. Neler olduğunu bana ancak on beş dakika sonra anlatabildi. Çok karışık bir şey değildi. Arkadaşı Sayide, bir güruhun ortasında kalmıştı sadece: Sadece karnını yarmış ve içini yanar paçavralarla doldurmuşlardı. Öldükten sonra birisi bıçağın ucuyla alnına ‘OM’ yazmıştı sadece.” (OM, Hinduların kutsal işaretiydi.) Arundhati Roy’unsözleri bunlar. 2002 baharında, Hindistan’ın Gujarat eyaletinde, gözü dönmüş yobaz Hinduların bin Müslüman’ı katledişini anlatıyor. (s.85)
 Berger: İnsanlar kitapları, başka hiçbir şeyi tutmadıkları özel bir tarzda tutar. Cansız değil de sanki uyuyorlarmış gibi. Çocuklar da çoğu zaman oyuncaklarını böyle taşır. (s.91)
 Berger: Hikâye anlatmanın iki tarzı vardır: Görünmez olanın, saklı olanın irdelenmesi ve zaten meydanda olanın öne çıkarılıp sunulması. Bu tarzlar için ben –kendime has fiziksel bir anlamda- İçedönük ve Dışadönük terimlerini kullanıyorum. (İntro-Vertere ve Extro-Verrete –O.Ü. s.77) Günümüzde dünyada olan-bitenle ilgili bunlardan hangisi daha uygun, daha vurucu olabilir? Bana öyle geliyor ki, birincisi. (s.94)
 Berger: Elinle, parmaklarının eklemleri kanaya kanaya yaz. Böylece bazı sözcüklerin altı kanla çizilir. (s.95)
 Berger: Püf noktası pazarlık etmek olan semt pazarlarının tam zıddıdır, marketler… Burada bizlere potansiyel hırsız gözüyle bakılır. … [Oysa buradaki daha büyük/aslî hırsızlık] Şirketin sistemli hırsızlığı[dır]: Çalışanların karşılığı ödenmeyen fazla mesaileri. Kasiyerler her hafta en az iki saat, bazen daha fazla ücretsiz mesai yapar. Çalışma saatlerinin dışında –yöneticilerden sıradan işçilere kadar- pek çok çalışan gece gündüz demeden acilen göreve çağrıldıklarında, bu çağrıya icabet etmek zorundadır. Hastalık izni yoktur. Vardiyalar arasında öngörülen yasal molalara ya da hafta içinde dinlenme imkânına fırsat verilmez. (s.112)
 Spinoza: … Para her şeyi elde etmemiz için bir araç olmuştur. Bu yüzden onun hayali, avamın zihnini fazlasıyla meşgul etmiştir. Çünkü avam, para fikrinin eşlik etmediği bir nedenden kaynaklanan sevinci öyle kolay kolay hayal edemez. Ama bu kusur yoksul olduğu için ya da gerekli ihtiyaçlarını karşılamak için değil de, para kazanma becerisini elde etmekle müthiş bir ün kazanacağı için, paranın peşinde koşan insanlara özgü bir kusurdur. Böyleleri âdet yerini bulsun diye yemek yerler; ama bedenlerini korumak için ne kadar para harcarlarsa servetlerinin de o kadar azalacağını düşündüklerinden pek az yerler… (s.153)  

NEREYE VARACAĞINI KESTİRME ÇABASI
 John Berger, daha kitabın başında şöyle der: “Biz çizerler, sadece gözlemlediğimiz bir şeyi başkalarının da görmesini sağlamakla kalmayıp, nereye varacağını kestirmenin mümkün olmadığı görünmez bir şeye de refakat ederiz aynı zamanda.” (s.17)
Nereye varılacağı kestirilemeyen bu maceraya eşlik edince, iyi, çok iyi yerlere vardığına tanık oluyoruz…
“Bento’nun Eskiz Defteri”, John Berger, Metis Yayınları, Kasım 2012 (Çeviren: Beril Eyüboğlu)

1 Ağustos 2013 Perşembe

CUMHURİYET TARİHİ SOYADI HİKÂYELERİ







                 [Bu söyleşim, Şalom gazetesinin 31 Temmuz 2013 târihli sayısında yayımlanmıştır.]


     Yakın zaman önce, sahasında bir ilk olan kitap yayımlandı: “Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikâyeleri” (Nisan 2013, Doğan Kitap). Şahıslara sorulan ve onların kendi ağızlarından, kalemlerinden çıkan tanıklıklarından teşekkül ederek, 600 kadar ‘hikâyeyi’ ihtiva eden bu eser;  18.-19. Yüzyıl Türkmen Şiiri Antolojisi,  Altayca- Türkçe Sözlük,  Bozkırdan Bağımsızlığa Manas,  Hakasça- Türkçe Sözlük,  Türk Dünyası Gramer Terimleri Kılavuzu,  Manas Destanı, Türk Kültüründe At,  Sinan Paşa-Tezkiret’ül Evliya,  Stalin ve Türk Dünyası, Vatan Cephesi Dâvâsı,  Yassıada Zabıtları (birkaç cilt), Anayasa Dâvâsı Toplu Savunması,  Zindanlar ve Mahkûmlar gibi telif eserlerin yazarı, Türkoloji profesörü Emine Gürsoy Naskali imzasını taşıyor… Hoca’nın, neredeyse popülerleşmiş bazı çalışmaların editörlüğünü üstlendiği ve hepsinde bir veya daha fazla makalesinin olduğu kitaplar da vardır: Ağıt Kitabı,  Arı ve Bal,  Ayakkabı Kitabı,  Çoban Kitabı,  Defin/Türkler ve Ölüm,  Hakaret Kitabı,  Hapishane Kitabı,  Hediye Kitabı,  Sünnet Kitabı,  Kahve/Kırk Yıllık Hatırın Kitabı, Temizlik Kitabı, Tuz Kitabı, Tütün Kitabı, Uçamağa Varmak Kitabı, gibi… 

     Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi  dekanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’yle;  21 Haziran 1934’te kabul edilen ve 2 Temmuz 1934’te yürürlüğe giren Soyadı Kanunu’nun neticeleri olan Soyadı Hikâyeleri’ni konuştuk…


ORÇUN ÜÇER:
Hocam, bildiğim kadarıyla Türkçede soyadı hikâyeleri üzerine bir kitap yok. Çalışma var mı peki?

EMİNE GÜRSOY NASKALİ:
Atatürk’ün vermiş olduğu soyadlarıyla ilgili tezler yapıldı. Bir de tabiî yazar-çizerlerin kendi hayatlarını anlattıkları kitaplarında, “Benim soyadım Atatürk tarafında verilmiştir” yahut “şurdan gelir” gibi açıklamaları var.  Benim bu kitabım meşhur insanların değil, sokaktaki sade vatandaşın soyadlarını ne şekilde aldıklarını tesbit etmek içindir. Tabiî bu arada birkaç meşhur insanın soyadına da değinmiş oldum; büyükbabam Celâl Bayar, Altay Paşa, Şeref Kaya, Hâlide Edib Adıvar, Aziz Nesin gibi… Fakat büyük çoğunluğu -600 kadar soyadı var- meşhur olmayanlarınkidir.

O.Ü.:
Çok da merak edilen bir konu. İnternette, hakkında en fazla arama yapılanlardan biri… Türklerde, Hristiyanlıktaki gibi vaftiz sistemi olmadığı için, bunu öğrenebilecekleri kayıt sistemi de yok.


E.G.N.: Doğru. Soyağaçları da merak ediliyor. “Acaba benim soyum nerelere/kimlere dayanıyor?” merakı… Bu kitap, Soyadı Kanunu’yla sınırlı; biliyorsunuz, o da çok yeni: 1934’te Kanun çıkıyor ve 1935’in sonuna kadar, aşağı-yukarı bir yıl içinde herkes soyadını almış oluyor. (O zamanki Türkiye’nin nüfusu 16 milyon.) Bu işin ilginç bir yanı; bir zümrenin, sınıfın değil, bütün Türkiye’nin iştirâk etmesidir…

O.Ü.: Nüfus memurlarının kendi kafalarına göre soyadı ‘dağıttıkları’ doğru mu?


E.G.N.: Bu pek doğru değil; hatta efsane! Kişiler kendilerine soyadı seçememişlerse yardımcı oluyorlar elbette. Anladığım kadarıyla, soyadı verilmeden önce, nüfus memuruyla aralarında sohbet oluyor. O sohbette, kendi geçmşinden ve âilesinden söz ediyorlar. Memur da bu anlatılanlara binâen soyadı öneriyor. Bazen, o anda gelişen olaylara göre de veriyorlar: Soyadı konusunda karar verememiş biriyle “Hangi soyadını seçelim?” diye düşünen memur, o esnada çıkan yemeğin yanındaki taze ekmeği görünce, “Tazeekmek olsun” diyor… Fakat tabiî bunlar müstakil olaylar; külliyen böyle oldu, diyemeyiz.


O.Ü.: Bugün de kullanılan lâkapları ve âile isimlerini (“falanoğulları”, “filângiller” gibi) düşündüğümüzde, toplumun soyadına çok da yabancı olmadığını söyleyebilir miyiz?

E.G.N.:  Toplum yabancı değil ama şöyle bir hukukî yönü de var: Bazı yatılı okullarda, köylerde lâkaplar var ama herkesin lâkabı yok; onun için bütün Türkiye’yi kapsayan bir durum değil. Lâkaplar var diye ‘soyadına ne gerek vardı ‘ diyemeyiz.

O.Ü.: Böyle itirazlar da olmuş çünkü değil mi? Kitabınızda, Nihal Atsız’ın bu itirazından bahsetmişsiniz.

E.G.N.: Evet, olmuş. Dediğiniz gibi, Nihal Atsız bunlardan biri... Bir başka sakıncası da, lâkapların resmî kayıtlara geçmemesi… Yalnızca sizin sosyal çevrenizin bildiği isimler çünkü… Meselâ 1800’lerde yazılmış eski metinleri okuduğumuzda, müellifin atıf yapacağı zaman “Yusufoğlu İbrahim”, “Ahmedoğlu Mehmed”, deniyor ama yeterli olmuyor. Öyle ya, kim bunlar? Onun için, bir köye isnâd etmek durumu oluyor: “Bilmemnereli/bilmemneli Ahmedoğlu Mehmed” gibi…  Kısacası; eğer vatandaş olarak tescil olacaksak bir soyadına geçiş şarttı ve bu Kanun da onu yaptı.

O.Ü.: Bu kitap tamamen sizin şahsî merakınızın neticesinde mi doğdu Hocam?

E.G.N.: Evet, öyle oldu; ama soyadlarıyla ilgilenmem nereden çıktı, tam olarak hatırlayamıyorum.

O.Ü.: Bu çalışmanız Türkiye Cumhuriyeti özelinde; ama genel olarak soyadı kavramı ne zaman doğmuştur? Bu konuda araştırma yaptınız mı? Bir de sizin editörlüğünü yaptığınız ve konularla alâkalı makalelerinizi neşrettiğiniz;  “Türk Kahvesi Kitabı”, “Beden Kitabı”, “Ağıt Kitabı”, “Hakaret Kitabı”, “Hapishane Kitabı”, “Hediye Kitabı” gibi kitaplara “Soyadı Kitabı” olarak eklenen bir halka olabilir miydi bu çalışmanız?

E.G.N.: İsimler üzerine bir çalışma yapıyorum ama bu başlıbaşına bir konu; müstakilen çıkması daha hoş olur diye düşündüm… İlk sorunuza gelirsem; pek çok ülkede (meselâ Finlandiya’da) yakın zamana kadar soyadı yok. Yirminci yüzyılda geçiliyor. (Bugün artık soyadı da yeterli değil, mutlaka bir vatandaşlık numaranız olması lâzım.) Kimliğinizi, dar çevrenin dışında da ifade etmek durumunda, isim yeterli görülmüyor, muhakkak bir soyismi ihtiyacı doğuyor; günümüzde –örneğin bizde- T.C. Kimlik Numarası da ekleniyor.


O.Ü.: İnternette biraz araştırma yaptım. -Mâlûmunuz, burada yaptığımız araştırmalara, genellikle kaynak belirtilmediği için çok güvenemiyoruz.-  Baktığımızda; ilk soyadı kavramının Çinlilerde ortaya çıktığını, Avrupa’da da ilk Romalıların kullandıklarını görüyoruz. Dünyadaki ilk soyadı kanununun da Yahudileri, ilk önce asimile, sonra da ifşâ etmek için çıktığı söyleniyor.  –Hristiyan bakış açısından tabiî-  Bu kişinin Yahudi olduğu belli olsun, niyetiyle… Daha sonra da Hitler Almanyasında Yahudilerin Alman soyadı almaları yasaklanıyor. Yalnızca Tevrat’tan seçebiliyorlar. Yani soyadı, siyasetin de aracı oluyor… Türkiye Cumhuriyeti’nin Soyadı Kanunu’nda, bir eşitlik olduğu söylüyorsunuz kitabınızda; soyunu belli edip imtiyaz sağlamak değil…


E.G.N.: Hayır, değil; hatta tam tersi bir durum var… Bu konuda iki farklı görüş var: Onlardan biri; Soyadı Kanunu’yla köklerimiz silindi, nereden geldiğimizi bilemez olduk, diyor… Belki çok meşhur âileler, “zâde”liğe mensup olanlar hatırlayamaz olmuşlardır ama Türkiye’nin geneli için böyle bir “zâde”liğe bağlantı olmadığından ‘kökünü kaybetmek’ ne kadar var, onu bilemiyorum.

O.Ü.: Avrupa’daki gibi, aristokrat bir sınıf zâten yok…


E.G.N.: Doğru. Bence bu Kanun, “zâde” gibi bir soya bağlanmayı; Ermenilerdeki  gibi “yan” (“oğlu”- O.Ü.)  soyadını almayı –ama İstanbul Ermenilerinde var bu ek; onlara dokunulmamış.- veyâ bir aşîret adını taşımayı engellemek için de getirilmiştir.

O.Ü.: Aslında, herhangi bir sosyal sınıfı kaldırmak gayesi güdülmüş anladığım  kadarıyla.

E.G.N.: Evet, ben de öyle düşünüyorum.

O.Ü.:
“İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz” ‘düsturunun’ tatbîki mi acaba?

E.G.N.: Ne kadar şuurlu bir şekilde yapıldı bilmiyorum ama mutlaka biraz bu şuur da var… Örneğin, yer isimleri de soyadı olamıyor…

O.Ü.: Bunun tek istisnası “Atatürk” soyadı oluyor. Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım da dahil olmak üzere (“Atadan”dır, Makbule Hanım’a verilen soyadı –O.Ü.), kendisinden başka kimse o soyadını taşıyamıyor ve bu, kanunla yasaklanıyor.

E.G.N.: Ben bunda, Atatürk’ün çevresindeki insanların takdiri olduğunu düşünüyorum; kendisinin özel isteğiyle oluğunu, bir dahli olduğunu sanmıyorum. Bu kararda, bu soyadının tek imtiyazının Atatürk’e ait olması, başkalarının ondan istifade edememesi  niyeti de vardır bence…

O.Ü.: Peki, Yahudilerde durum nedir? Onları tesbit edebildiniz mi?

E.G.N.: İstanbul’daki Yahudi arkadaşlarıma sordum ama onlar da söyleyemediler soyadlarının nereden geldiğini veya nasıl verildiğini.

O.Ü.: Yahudilerdeki soyisimleri, genellikle yer adlarıdır; misal, Toledo soyismi, aynı adlı şehirden mülhemdir, mâlûm…

E.G.N.: Haklısınız… Ben, Yahudilerin soyadlarına pek dokunmamışlar intibâını taşıyorum.

O.Ü.: Kitabınızda, yalnızca iki Yahudi vatandaşı tesbit edebilim: “Dilman” (s.66) ve “Romi” [İspanya’da bir kasaba adı. –O.Ü.] (s.186) soyadlarını alan şahıslar. Aslında “Dilman” soyisimini alan (ya da verilen) kişinin soyismi Dilman değil; Türkçe bir ad çünkü…

E.G.N.: Evet, hatırladım… Tabiî değil, değiştirmişler…

O.Ü.: Bu değiştirmenin sebebi nedir acaba? (‘Gerçek’ soyadı Alazraki –O.Ü.)  “Ailemiz dille uğraştığı için…” diye açıklamış mezkur şahıs. Bu değiştirme ailenin tercihi mi yoksa devletin (sözgelimi, Atatürk’ün) önerisi mi sizce?

E.G.N.: Tam bilemiyorum ama belki de o dönemin hâlet-i ruhiyesine dahil olmak düşüncesi olabilir… Kendi tercihleridir, diye düşünüyorum; çünkü bir kısıtlama gelmemiş.  Rum vatandaşlar, eski soyadlarını alabilmişler; mesela, Dimitriyadis, Dimitriyadis olarak devam etmiş…

O.Ü.: Türk kültürü de dahil olmakla birlikte pek çok kültürde “-oğlu” ekiyle biten soyadları var. Neden “-kızı” yok? Bu, bir cinsiyete atıf mı, yoksa  -“bilimadamı”ndaki “-adam”ın erkek değil de”insan” (âdem) anlamında olması gibi- insan’a/insanoğlu’na bir gönderme mi; ya da doğrudan doğruya “insan” mı demek?


E.G.N.: Cinsiyet üzerinde durulması yakın zamanların bir hâdisesi… İşte, “bilimadamı”na yapılan itirazlar ve “bilimkadını” da densin, diye önerenler olduğu gibi… Tabiî buna, sizin de dediğiniz gibi,  “oradaki ‘-adam’ zaten ‘insan’ demektir” diye cevap da veriliyor… Bu, feminist akımın bazı çevrelere getirdiği bir hassasiyettir kanaatimce… Sorunuza gelince; bunun nedeni, bildiğimiz kadarıyla dünyadaki bütün toplumlara hâkim olan ataerkil yapı olabilir…

O.Ü.: Soyadı alma mecburiyeti  -kanun zoruyla- yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nde mi vardı? İnternette bu yönde ‘bilgiler’ var fakat kaynak olmadığı için itibar etmek mümkün değil doğal olarak…

E.G.N.: Hayır, bize özgü değil; kanun zoruyla, Japonya’da da yapıldı. Finlandiya’da da öyle olması lâzım.

O.Ü.: Peki Hocam, Atatürk’ün bizzat verdiği soyisimlerin dökümünü çıkardığınızda, (kitabınızda, dedeniz Celâl Bayar’a da soyadının bizzat Atatürk tarafından verildiğini öğreniyoruz), ortaya çıkan tablo nedir? Misal, Cumhuriyet’in ‘ulus inşâ etme’ sürecinin –veya dilerseniz ‘Türkleştirme politikaları’nın diyelim- bir yansıması görülebiliyor mu bu tercihlerde?

E.G.N.:  Zannetmiyorum.  Kişinin meziyetine, kabiliyetine, yaptığı işe, temeyyüz ettikleri alanlara binâen soyadları bulup verilmiş.

O.Ü.: Sevgili Hocam, siz, Soyadı Kanunu’nun bir amacının da sınıf fikriyatını, ayrıcalığı kaldırmak olduğunu söylediniz; fakat farklı iddialar önesüren kişiler de var. Misal, bu konuya, gerek kitaplarında gerekse bir zamanlar sıkça çıktığı televizyon programlarında yer veren  ve konuyla alâkadar herkesçe mâlûm olan bir profesör yazar, soyisimlerinden yola çıkarak, birtakım insanların dinî âidiyetlerini ‘ifşa’ ediyor ve bu kişilerin, dinî konumlarından ötürü, haksız yere ‘belli yerlere/makamlara’ getiriliği ‘tez’ini ileri sürüyor… Nasıl karşılıyorsunuz?

E.G.N.: Kısmen olabilir tabiî ama sözkonusu mezkur şahıs oluğunda, son derece takıntıları olan bir insan oluğunu düşünüyorum. Baktığı her yere bir “dönmelik” (Sabatayizm –O.Ü.),  bir Sabatayist görüyor… Bu da bir takıntı tabiî…

O.Ü.: Bence bir önkabulen, önyargıdan yola çıkıyor.

E.G.N.: Şüphesiz… Ne demek istediğini bilmiyorum. Cumhuriyet’i Sabatayistler kurdu demek mi istiyor nihai noktada?

O.Ü.: Onu açık açık diyor zaten Hocam! “Kuruluşunda en çok etkin olan unsurdur” diyor. Hatta, kendisini de Cumhuriyetçi olarak tanımladığı için “Ben bu zümreye karşı değilim; bunlar Cumhuriyet’i kuran kadrodur” diyor. Devamında “Benim karşı olduğum husus, kişilerin yeteneklerine bakmaksızın, hatta sıfır kabiliyetli olanların dahi, sırf Sabatayist olukdarı için ‘bir yerlere’ getirilmesidir” diyor.

E.G.N.: Onun “Sabatayisttir” dediği çoğu kişilerin Sabatayist olmadıkları biliniyor. Zaten bu iddialara tepki gösterenler çoğunlukta…  Bir de, kurduğu bağlantıların zayıf oluğunu düşünüyorum: Aynı sokakta oturmuşlar da, o onunla ilişki kurmuş da… Zaten o zamanlar Türkiye’nin nüfusu neydi ki;  çoğu kişi birbirini tanıyordu…

O.Ü.: Peki buna “isimbilim” demek ne kadar doğru. Çünkü, “Benim yaptığım iş bilimdir.” diyor. Böyle bir bilim var mı?

E.G.N.: Tabiî ki isimler üzerine bir bilim var;  buna “onomastique” denir. Bizler de farklı alanlarda yararlanırız bu bilimdalından; fakat bahsettiğimiz şahıs, buradan hareketle bir dayatma yapıyor ve temelleri pek sağlam olmayan çıkarımlara varıyor.


[Not: Bu söyleşide bana eşlik ederek fotoğraf çeken sevgili dostum Kubilay Bürgân’a teşekkür ederim…]